Kapana sıkışmış bir fare gibi nefes almak bile zor geliyor artık. Acıyor kapana sıkışan yerleri insanın. Ve özgürlük de her şey gibi tüketilirken en çok da gelecek yoruyor insanı. Umudu olduğu halde korkuyor, korktuğu halde yine de cesur, cesur olduğu halde sığınacak bir liman arıyor kendine. Anlamsızlık bir kafadan diğerine ulaşırken oyun oluveriyor. Oturup kendilerine baksalar gülecekleri halde, hala ciddi ciddi yaşıyorlar. Ve yaşamak da anlamsızlaşıyor, işte yolun sonu. Egolarını tatmin etmiş bir hayvanın yapabileceği en güzel şey eceliyle ölmektir. Eğer elimi senin için kana bularsam biliyorum kahraman olacaksın. Kahramanlık ise eskisi gibi imkansızı gerçekleştirene değil, gerçekleri imkansızlaştırana verilen bir ünvan.
Soruyor ya kendine bazen “Nereye böyle?”. Cevabı koskoca bir boşluk ve o boşluktan aşağıya salıveriyor kendini. Sen hiç gözlerimin en içine bakabildin mi ki beni tanıdığını zannediyorsun. Biliyorum baktığını ve iki adet boşluk gördüğünü iddia edeceksin. Anlamsız iki adet boşluk… Ve sana elveda derken bir gün çok şaşıracağını söylemek isteyeceğim ama söylemeyeceğim. Ve o gün geldiğinde beni tanımadığının hala farkına varmayacaksın. Ama şaşkınlığın, kanıtı olacak yanıldığının.
Ve en çok da insan düşerken farkına varıyor inandığının. Çünkü inanmak hafifletiyor, üzerinden büyük bir yük alıyor. Düşerken paraşüt gibi açılıyor yüreği insanın. Ve en çok da “düşükler” anlıyor hayatın anlamını. Çünkü hayatı anlamsızlaştıran uçurumlara götürülüyor hepsi ve arkasında kıs kıs gülen bir düşman itiveriyor onu boşluğa.
Kelimelerle oynarken bir şair, kelimeler boynuna dolanıp ölüyor. Ölümden korkmak bu dünyada hiçbir şey yapamayacaklara mahsustur. En sevdiği kelimeler ölümünü hazırlarken gözlerini bile kırpmadı. Eğer korksaydı git gide sayısı artan bir et yığını arasına katılma şansına sahip olacaktı. O et yığınının kokusundan genizleri yanan şair için ölüm en güzel sondu. Kimine göreyse yeni bir başlangıç…
Paragraflar arasında doğan uçurumlardan hangi akıl buraya kadar gelebilir. Elbet bir uçurumda kendini bırakacak boşluğa. Kelimeler bu kadar karanlıkken ve anlamsız bir oyun içerisindeyken hala izini sürmek niye? Görüyorum ki inat ediyorsun karşılığını almayacağını bile bile. Belki de hoşuna gidiyor kelimelerin yılan kıvraklığı. Ve bir yılan zehrini bırakıyor vücudunun en savunmasız yerine. Bir diğeriyse boğarak öldürüyor. Olay yerine geliyor çok bilirkişiler. Kimi ölüm bir hediye diyor, kimi özgürlüğü kısıtlanmış, nefes alması engellenmiş…
Biri çıkıyor ve cennetten arsa satmaya başlıyor. En güzel yerini sana ayırıyor ama sen hiç ölmeyeceksin ki. Nefes alamaz hale geldiğinde toprağa ekecekler seni, bulutlar ağlayacak gidişinden sonra. Ve bir müddet sonra toprağı delip çıkacaksın, çiçek açacaksın. İşte böyle bir hikaye anlatılacak ölümden korkanlara.
Sen bir saksı toprak bile istemezken komşunun toprağından çok uzak diyarlardan dost kılıklı bir düşman beliriyor. Kendine güzel bir oyun kuruyor. İlk önce senin toprağından senin toprağına gözü olan insanlar yaratıyor. Hiç yoktan bir düşman buluyorsun karşında. Birileri diyor ki onlar bizden, oysa çoktan düşman oluvermişler. Ve düşman mazisi ne olursa olsun düşmandır. Yapabileceğin senden olanı daha fazla onlara kaptırmamak sadece. Onu da yapmıyorsun, düşmanla koyun koyuna yatıp kalkarken bir gece dağlar yıkılıyor başına. Hadi kolaysa sen ver bir şehit anasına haberi. Bir katili yargılayacakken halk, onu omuzlarında taşıyor ve o halk senelerce hak ettiğini yaşıyor ve yaşayacak da. O içinizdeki umut güneşin elbet doğacağını bildiğinizden ve evet güneş elbet doğacak.
Ne yanına dokunsan bin ah işitirsin bu diyardan. Oyun içinde oyunlar oynanır farkına varmazsan. Bunları hakeden halk değil, hakeden bir halk yaratmaya çalışan o kötü sonlu filmin acımasız yönetmeni. Film bitmeden yetişmek lazım. Sonunu getirmek için elinden geleni yapıyorlar, en çok da her şeyi vatanı için yapan kendini bilmezler sayesinde dönüyor sinema makinası. Tes lambası kimin için yanıyor? Ampülü kırsak da kırıkları canımızı acıtacak, kırmazsak filmin sonuna doğru hızlı hızlı sardırtacaklar.
Güzel olan her şeyden bahsetmek isterdim, hiçbir şey bulamadım. Gördüğüm güzel bir oyundu sadece. Hayatımın her döneminde bu oyuna her açıdan bakmıştım. Ve nihayet kendime göre bir yer bulmuştum, oyunun en güzel göründüğü. Oyuna oyunla karşılık verecek bir oyuncu aranıyor diye ilanlar vermek geldi içimden. Oyuncu bulamadım, madem öyle bu oyuncu kıtlığında oyuncu yerine konacaktım.
Ve ses gittikçe kulaklarımızı rahatsız ederken sağırlar çoğalmaya başlamıştı. Bunu salgın hastalık zannettiler, günahlarının kefaretidir dediler. Ama gerçek karanlıkta görünmüyordu. Kendi dibine ışık vermeyen bir mum, sadece kendini aydınlatan bir ampülden yeğ idi o zamanlar. Bir mum yaksam kurtulur muyduk?
Bir mum yaksaydım dinden kovarlardı beni hacılar hocalar. Yakmasaydım da daha ne kadar sürecekti sancılar. Şimdi bir devrim kendi içinde büyüyordu. Sakın ses yapmayın çünkü o şu an uyuyordu. Bırakın da uyusun büyüsün…
Gördüğüm bir kalabalıktı kördüğüm. Vücudunun üzerine renkli kumaşlar serpilmiş bir çıplaklık kol geziyordu. Bir sanat eseriydiler sanki, baktıkça bakasın geliyordu. İçindeki hayvanın sahiplenmeye çalıştığı bir hayvandı çıplaklık. Sense sahibi olamadığın kendini kaybettin.
Şimdi sana hangi müjdeyi versem gülüp geçersin bana. Bu karanlık yazıma bir kibrit çakıp bitiriyorum. Anlık bir aydınlık… Bilmem umrunda mı ama güzel günler göreceğiz çocuk. Bilmem beni duyabilecek misiniz hey daha rahme düşmeyen bebekler, güzel günler göreceğiz. Hepsi sizin için… Bir ölüm binlerce yeni başlangıç olacak…
Emrah Yumuk
22.03.2009
.